Feeds:
Yazılar
Yorumlar

Archive for the ‘İslami Yazılar’ Category

Yusuf-u Devran


www.dostsever.com
Çağınızın Yusuf’uysanız, bir sağanak gibi inen iptilalara hazır olacaksınız. Yusuf’luğun şanındandır acılarla sınanmak. ‘Kardeşlerinizin’ bile hışmını üzerinize çekecek güzelliğiniz. Yakub’un umudu olmanızı içlerine sindiremeyecekler.

Hırçınlaşacak, gaddarlaşacaklar; kendilerinin alternatifi olarak gördükleri sizi yok etmek için her biri bir hile düşünecek. En acımasızı varlığınızı ortadan kaldırmayı deneyecek; bunu ağır bulan kimileri görüntünüzün ortadan kaybolmasını yeterli bulacak, kimi de asıl olanın sizin değil imajınızın ölümü olduğunu, bunun da gözden ırak kalmanız ve size ait tüm mezahirlerin yok edilmesiyle gerçekleşeceğini düşünecek.

Sonunda sizi getirip kuyuya atacaklar, köle diye satacaklar, elbisenizi yırtacaklar.. ve iffetinizi tartacaklar… Mikro plandan bakanlar, size acıyacaklar. Vah diyecekler, zavallıya yazık ettiler! Ömrünün baharında, gonca gülü soldurdular! Eğer ‘içkin’ pencereden bakıyorsanız, siz bile acıyacaksınız kendi kendinize.

Her şeyin kötü gittiğini, hatta bittiğini sanacaksınız. Her şeyin, ihanet çetesinin kontrolüne geçtiğini sanacak, sonunuzun geldiğini düşüneceksiniz. Makro plandan bakanlar ise, hain kardeşlerinizin, farkında olmadan sizin bilge krallığınızın önünü açtığını görüp sizin adınıza sevinecek, onların düştükleri traji-komik durumu tebessümle karşılayacaklar. Eğer, Yusuf gibi, ‘aşkın’ pencereden bakıyorsanız, kendi kendinize acımak şöyle dursun ‘öz-güveniniz’ artacak, ‘öz-saygınız’ güçlenecek, kuyunun dibinde veya Mısır’ın zındanında da olsanız, ‘öz-gürlüğünüzün’ tadını çıkaracaksınız.

Çünkü, acının özünüzü gürleştirdiğini, Mısır’a sultan olmanın kuyudan geçtiğini biliyorsunuz. Dahası, sizi kuyuya atanların, köle diye satanların, gün gelip önünüzde kapanabileceğini, “Biz ettik, siz etmeyin!” diyebileceğini biliyorsunuz. Ne ki, bilmeniz gereken bir şey daha var: Züleyha’nın sizi baştan çıkarıcı ve ayartıcı teklifine karşı direnmenin, kuyuda olmanın verdiği acıya direnmekten çok daha zor olduğu gerçeği.

Siz Züleyha’nın yerine, her hangi bir kadını-erkeği, serveti, makamı, şöhreti; özetle tüm dünyalıkları koyabilirsiniz. Her Yusuf’a musallat olan bir ya da birkaç Züleyha’ vardır. Siz, kendi Züleyha’nızı herkesten iyi bilirsiniz.

Her Yusuf’un atıldığı kuyudan çıkamadığı ya da başkalaşarak çıktığı, daha kuyudayken pes ettiği düşünülünce, zamanın Yusuf’larının atıldıkları kuyudan çıkıp çıkmayacakları endişe konusu; fakat daha da endişe verici olan, hain kardeşlerinin attığı kuyudan, direncini ve inancını artırarak çıkan bir nice Yusuf’un, Züleyha’nın yatak odasından nasıl çıkacakları: Gömlekleri arkadan yırtılmış olarak mı, önden yırtılmış olarak mı? Siz, çağının Yusuf’ları! Hain kardeşlerinizi kendi ihanetleri yer bitirir. Unutmayın “Zalim Allah’ın kılıcıdır; onunla intikam alır, döner ondan da intikam alır!” İnsan-Allah ilişkileri statik değil dinamik ilişkidir; aşkın irade içkin iradeden bağımsız karar vermez. İnsan olarak, Allah tarafından konulan kaderimizin “seçmek” olduğunu biliyoruz.

Benim 350 sayfalık bir kitapla açıklamaya çalıştığım Kur’anî kader anlayışını Anadolu irfanı basit iki dizeye sığdırıvermiş: “Kula bela gelmez Hak yazmayınca/Hak belasın yazmaz kul azmayınca.” Hain kardeşlerinizi, Yusuf’ların bilge krallığına giden yolda kullanılıp atılan birer ‘kötü rol’ figüranı konumuna indirgemek, onları “kendi vicdanlarının azabında yakmak” sizin elinizde. Bunun için de aklınız fikriniz kuyuda takılıp kalmamalı.

Züleyha, sizin için kuyudan daha çetin bir sınav. Hain kardeşlerinizin ihanetini en ağır bir biçimde cezalandırmak istiyorsanız gömleğinizin önden yırtılmasına izin vermemelisin. Eğer buna izin verirseniz, işte asıl o zaman ihaneti ödüllendirmiş olursunuz. Çünkü, asıl o zaman alternatif olmaktan çıkar, siz de “ihanetler çetesine” aday olmuş olursunuz; çünkü başkalarına ihanet, önce insanın kendi kendisine ihanetiyle başlar.

Fakat, vakarınız, direnişiniz, iffetiniz ve ahlakınızla örnek bir şahsiyet olmayı başarırsanız, Aşkın İrade, size zından olan Mısır’ınızı size cinan eder; onun geleceğini sizin ellerinize emanet eder. Bir zaman size ihanet etmek için sıraya giren ‘hain kardeşlerinizi’ size muhtaç eder. Yusuf suresi, bir tek kişinin inancı, ahlakı, yeteneği ve direnciyle bir ülkeyi teslim almasının hikayesidir.

Bu sureyi okumalarını, sadece “Yusuf” rolünü oynayanlara değil, “hain kardeşler” rolünü oynayanlara da tavsiye ederim. Her iki tarafın da alacağı çok ders olmalı. Aynı zamanda bir şair olan Sinan Paşa, bir şiirinde “Hangi Yusuf-u devran ki Züleyha-yı zaman dâmenin çak etmemiş ola?” diye soruyor. Evet, evet! Hiçbir çağın Yusuf’u yoktur ki, çağının Züleyha’sı eteğini yırtmamış olsun. Fakat önemli olan eteğinizin ya da gömleğinizin yırtılıp-yırtılmadığı değil, nereden yırtıldığı. Herkes gömleğine dikkat etsin.

Mustafa İslamoğlu

Read Full Post »


www.dostsever.com
Saadet asrında, iman ile küfrün en keskin biçimde yüzleştiği denklemlerden biri, Bilâl-Ümeyye denklemidir.
Ümeyye b. Halef, Kureyş’in reislerinden ve zenginlerindendir. Bilâl b. Rebah ise, onun Habeş asıllı siyahî kölesi…

Hz. Peygamber Rabbinden gelen “Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve uyar! emrine binaen hakkı tebliğe başladığında, ona en sert ve en kaba tepkiyi verenlerden biridir Ümeyye. Kendisi gibi Mekke’nin zenginleri ve reisleri varken, henüz genç denilebilecek yaştaki ‘yetîm-i Ebu Talib’in vahiyle kazandığı ayrıcalık, onun da kanına dokunmaktadır.

Dahası, gelen vahiy dolayısıyla, bundan böyle hayatlarını istedikleri gibi yaşayamayacaklarını, istedikleri gibi kural koyamayacaklarını, koydukları kuralı istedikleri gibi eğip bükemeyeceklerini hissetmektedir.

Bu durum, onun durumundaki hemen her Kureyşli gibi, onu da gelen vahye karşı şedit bir düşmanlığa yöneltir.
Bu düşmanlığa gelecek en büyük cevap ise, bizatihî kendi evi içindendir. Ümeyye’nin yetenekli kölesi Bilâl, efendisinin tam aksine, İslâm’ın çağrısına ilk olumlu cevap verenler arasındadır ve Bilâl’in bu durumu Kureyş içerisinde Ümeyye’nin deyim yerindeyse ‘karizmasını çizmekte’dir. ‘Yetîm-i Ebu Talib’ diyerek, anasız babasızlığından ve yoksulluğundan küçümseme devşirdikleri Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi vesellem’in getirdiği mesaj, Ümeyye’nin kalbine giremese de evine girmiş, kölesi Bilâl’in kalbine çıkmamacasına yerleşmiştir.

Bu, hayatını üstünlük, efendilik, seçilmişlik, önde oluş, zenginlik ve büyüklük kavramları içerisinde kurmuş Ümeyye için tahammül edilemez bir meydan okuma niteliğindedir. Bilâl’in efendisinin verdiği işleri aksattığı filan yoktur. Bilâl aynı yetenekli Bilâl’dir. Ama Ümeyye’nin gözünde, köle Bilâl, herşeyiyle köle olma durumundadır. Sadece kol ve kas gücünü değil, ruhunu ve kalbini de Ümeyye’nin mülkiyetinde saymalıdır.

Aklı Ümeyye’nin düşündüğünü onaylamak üzere çalışmalı, kalbi Ümeyye’nin inandığı üzere inanmalı; cüz’î iradesini Ümeyye’nin mutlaklaştırdığı iradesine tâbi kılmalıdır.
Ama böyle yapmamıştır Bilâl.

O günün şartlarında bir köle olarak kol ve kas gücünü efendisinin hizmetinden esirgememiş; ama ‘köle’liğin ‘beden’le ilgili bir durum olduğunu, köle olmanın aklını, kalbini, iradesini ve ruhunu da efendisine teslim anlamına gelmediğini idrak edegelmiş biri olarak, Hz. Peygamberin getirdiği davet karşısında kendi tercih hakkını kullanmıştır. Ümeyye’yi rahatsız eden “Lâ ilâhe illallah,” Bilâl’in dünyasında gerçeğin ta kendisidir.
İşte bu kabul, Ümeyye’yi çılgına çevirir.

Bilâl’in bu haliyle sergilediği örneklik, nitekim Âmir b. Füheyre gibi başkaca kölelerin de Bilâl gibi imanlarını açıkça ikrar cesareti göstermeleri, Mekke’nin reislerini kaybedilmiş bir mücadeleyi kazanmaya hırslandırır.

Başvurulan tedbir, tam bir zavallılık göstergesidir. Bedeninin köleliğine karşı ruhunu özgürleştirebildikleri için imanı tercih edebilmiş mü’min köleleri, bedenlerine eziyet ederek ‘yola getirmeye’ çalışırlar. Mekke’nin kızgın kayalıklarında üzerine kızgın taş konularak aç susuz güneşin altında bırakılan Bilâl, bu halde iken söylemeyi vird edindiği “Ehad! Ehad!” nidalarıyla, Ümeyye’yi ve ‘halef’lerini daha bir çılgına çevirmektedir.
Bilâl’in bu halinde “Ehad! Ehad!” diyerek Rabbini anıyor olmasında ise, tam da onun ruhunu özgürleştiren sırra işaret eden bir mânâ vardır.

Allah Vâhid’dir ve O’nun vâhidiyeti Kureyş müşriklerince de kabul edilmektedir. Onlar, bir ilahlar hiyerarşisi içeren şirkleriyle, Allah’ı hiyerarşide onun ayarında bir başka ilah bulunmayan en üstün ilah olarak görmektedirler.

Ama Ehad, onların ‘vâhidiyet’e yükledikleri bu kirli mânâyı silip süpürmekte, bu sözümona ilahlar hiyerarşisini tastamam bertaraf etmekte, âlemler Rabbinin başka hiçbir şeyin ve hiç kimsenin uluhiyetinde O’na ortak olamayacağı Tek Bir olduğunu bildirmektedir. Ehad ismi, Rabbimizi eşyanın varoluşunda işgören bütün sıfatların mevsufu ve bütün isimlerin müsemması olarak bildirir bize. Böylece, yaratma fiilinde şirke hiçbir mahal bırakmaz.

Yine Ehad ismi, Allah’ı ‘herşeyi yaratan’ olarak tarif eden Vahid ismine kıyasla, ‘her bir şeyi yaratan’ olarak tanıtır bize. Her bir şeyin onu başka herşeyden ayıran bir kimliği, teşahhusu, ferdiyeti, biricikliği vardır ve bu keyfiyet Ehad isminin bir cilvesidir. Her insanın bir ferdiyetinin olması, onu diğer insanlardan ayıran bir sûretinin, simasının, sîretinin ve şahsiyetinin olması da işte bu sırdandır.

Dolayısıyla, onu ‘nesne’leştiren ve efendisinin iradesine tâbiiyete, aklına teslimiyete mecbur bilen Ümeyye’ye karşı Bilâl elbette “Ehad! Ehad!” diyecektir. Her bir “Ehad!” nidasıyla, şirki âleminden büsbütün tardederken, efendisine “Ehadiyet sırrının cilvesi olarak, benim seninkinden ayrı bir şahsiyetim, aklım, iradem, tercih yeteneğim var. Ben bedenimle sana esir kılınmış olsam bile, irademi sana teslime mecbur ve mahkum değilim” mesajını da verecektir.
Bilâl’in tarifiyle ‘küfrün başı Ümeyye’yi en ziyade fitil eden sözün “Ehad! Ehad!” olması, bu açıdan bakılırsa, elbette tesadüf değildir.

Bu Asr-ı Saadet tablosundan hâzır zamana dair bir hisse devşirecek olursak; bugün ‘elinin altında’ gördüğü insanların iman tercihinden rahatsız olan, bize tepeden bakan, kendilerini üstün gören ve biz efendiniz böyle düşünür, böyle inanır, böyle yaşar iken siz nasıl öyle düşünüp inanır ve yaşarsınız öfkesiyle elindeki güce, imkâna, iktidara başvuran günümüz müstekbirlerinin bu tavrının gerisinde de Ümeyye-misal bir ruh hali vardır. Onların gözünde, bizler hizmetçi kölelerizdir; bizim onlardan ayrı bir ferdiyetimiz ve şahsiyetimiz yoktur; cüz’î iradelerimiz ise onların ‘mutlak’lık izafe ettikleri iradelerine teslimiyet için vardır.

İmanı hatıra getiren her emare, gündelik hayatta imanı tezahür ettiren her sembol, birilerini işte bu yüzden öfke ve tehevvüre sevketmektedir.
Kapanan kimi kapılar, konulan kimi yasaklar, ikna odaları, medyatik infazlar… hepsinin ardında Ümeyye-misal bir ruh-u habis bulunmaktadır.
Ümeyye’ler Bilâl’leri sevmez.
O halde, Ümeyye’lere inat, Ehad! Ehad!…

Read Full Post »


www.dostsever.com
“Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah kimi dalalete düşürürse, artık onun için hidayet edecek yoktur.”(Zümer, 36)

Ey nefsim;
Bir an olsun unutma Yaradanını…

Sadece başına bir felaket geldiğinde değil, bir musibet ya da hastalığa maruz kaldığında değil, daima hatırla O’nu. Zira O’ndan uzak olunmaz, O bize her şeyden, herkesten yakın. Bizi O’ndan başka her an gözeten, ihtiyaçlarımızı karşılayan var mı? Bize karşı sonsuz bir merhamet, kerem sahibi var mı? O bizi herkesten çok seviyor, bir an bile bizi yalnız bırakmıyor. Öyle ise sen de her an hatırla Yaradanını…

Bil ki, seni senden daha iyi tanıyan, daha iyi anlayan biri var. En gizli sırlarını bilen, halini gören biri var. Seni kendisine muhatap kabul eden, huzuruna davet eden yüceler yücesi biri var. Senin bütün dualarına cevap veren sonsuz kudret sahibi biri var. Öyle ise sadece başın derde girdiğinde değil, her zaman hatırla Yaradanını. Gecelerde başını seccadene koyduğunda, içini O’na dök sessizce… Bırak damlasın gözyaşların, söndürsün kendi elinle yaktığın ateşleri… Nerede ve hangi şartta olursan ol, unutma Yaradanını.

Başını kaldırıp gökyüzüne baktığında, bir yağmur damlasında, güneşin doğuşunda, gecenin karanlığında, kâinatın her sayfasında, her satırında hatırla O’nu hatırla. Her şeyde O’nun taklit edilmez imzasını, O’nun mührünü gör ve hatırla Yaradanını.

Şu çalkantılı dünyada kendini balığın karnındaki Yunus gibi hissettiğin zamanlar değil, her zaman hatırla Yaradanını. Çünkü her an öyle dehşetli bir haldesin unutma. O varsa her şey var, O yoksa hiçbir şey yok. O’nunla her şey anlamlı, aydınlık, güzel. O’nsuz her şey karanlık, manasız, hiçliğe gider. Onu hiç unutma ki, saraylara dönsün zindanların. O’nu hiç unutma ki, nur’a gark olsun karanlıkların. O’nu hiç unutma ki şifa bulsun yaraların.

Anadan, babadan, yardan ayrı kalınır da, O’ndan ayrı kalınmaz. O bizi hiç bırakmaz. Öyle ise Sen de O’nun adını düşürme dilinden. Sevgisini eksik etme kalbinden. O senin her türlü ihtiyacına kâfi değil midir? O’ndan gayrisi fani değil midir? Öyle ise her an hatırla Yaradanını…

Bak her şey ve herkes yavaş yavaş terk ediyor seni. En yakınlarının dostluğu bile kabir kapısına kadar sürüyor. O’ndan başka var mı sana baki bir dost? Seni kâinatın en şereflisi kabul eden, cennete namzet şerefli bir misafiri olarak ağırlayan, sana böyle paha biçilmez bir kıymet veren, sayısız ikramlarıyla sana kendini tanıtmaya ve sevdirmeye çalışan o Zât’ı sen de unutma. Tefekkür pencerelerinden O’nun esmasının nakışlarını seyret. O’nu hatırlamak için başına bir musibet gelmesini bekleyecek kadar nankör ve kör olma. Nereye baksan O’nu gör, O’nu düşün, O’nu hatırla.

Ve hatırla Yaradanını… Hatırlanmaya en çok layık olan O değil midir? Söyle ey nefsim! Allah sana kâfi değil midir?

“Yalnız biri iste; başkaları istenmeye değmiyor.

Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor.

Biri talep et; başkaları lâyık değiller.

Biri gör; başkalar her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar.

Biri bil; marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır.

Biri söyle; Ona ait olmayan sözler, mâlâyânî sayılabilir

Read Full Post »


www.dostsever.com

BİR MEDENİYETİMİZ VARDI

“Ben müslümanım kadim güneşin arkadaşıyım. Her şeyi kazandım sonra hepsi elden gitti.” ( Endülüs lü bir göçmenin mağara duvarına yazdıklarından)

İstekler denizinde boğulmadan önceydi.
Heva ve heves selinde çerçöp, şehvet dehlizlerinde sürünmeden önceydi.
Taklit etmeden, hakkı ve hakikati de tenkitten önceydi
Süte su katmadan
Arıya şeker vermeden
Daha küfür/kötülük; bilimi gasp etmeden önceydi
İşte o vakit;
Bir medeniyetimiz vardı.
Çok eskiden, insanlık bebeklik çağını yaşarken,
Zaman durgun vahşet kol gezerken,
Aztek tanrısına yılda 20.000 mahsum kız çocuğu diye adanırken,
Roma/Bizans kodamanları yeniden et yemek için parmakları ile kusup tekrar yemeye otururken, insanlık denizi bulanmış vicdan bir köşeye sinmişken,
Hintli; 360 milyon tanrıya, yunan; teslis masalına taparken,
Bir medeniyetimiz vardı.
Avrupa temizlik, taharet bilmezken
Kadının insanlığı tartışılıp daha insan olup olmadığına, karar verilmemişken,
Fransa din konseyi; “kadın insandır ama sadece erkeğe hizmet etmek için yaratılmıştır” derken, insanlık merhametten kutuplar gibi soğuk, taşlar gibi katı ve sert
İnsan kafatasından içki içecek kadar da öfke seline kapılmışken,
Bir medeniyetimiz vardı.
Daha kıblemiz batı değil, Kâbe iken
Zihinler bulanmış, kalpler kirlenmiş, vicdan paslanmış değilken,
Kürtaj adı altında çocuklarımızı katl,
Fikir cambazları, caka satmamışken,
Tarihini ve fikrini gâvura hibe
Kızını kumar masasında kaybetmemişken
Bir medeniyetimiz vardı.
Bir vakit mimsiz medeniyet kendine mim harfini ararken biz hakikaten üstündük,
Kâşiftik meraklıydık, okuyorduk
Cehaleti boş verin,
Düşünsel eserlerimizin üstünlüğünden biz dahi şaşar belki korkuyorduk
Avrupalılar bizim okullarımızda tahsildeydi, bizim âlimlerimizin kitapları vardı üniversitelerinde.
Yunan ve Helen, uygarlıklarını bizim tercümelerimizden okuyorlardı. Onların en üstün bilgiç krallarının ancak 1.000’i bulan kitabı varken;
Bizde milyon tane kitap için;
Saray ayıranlar vardı.
Yeryüzünün en büyük kütüphanesi olan “Bey’tül hikme” bize aitti.
Nereden bakarsanız bakın
Bir medeniyetimiz vardı.
Biz postacı değildik
Bilim eserlerini onlara ulaştırmakla işimiz bitmiyordu.
Teorik değil, şu çokça savunulan deneysel bilimi ve onun metodolojisini biz yaptık, bulduk.
Onların değil, bizim kitabımız “oku” (ikra: 1) emriyle başlıyordu.
Kitaplı kâfiri, kitapsız kâfirden üstün tutan kitap, bizde vardı.
Hem; “ehli kitap “ diye onları üstün tutanda bizdik.
Esir aldığı düşmanını; “10 Müslüman’a okuma yazma öğretsin sonra bırakırım” diyen bizim ümmi peygamberimizdi. Dünya’nın incisi “kurtuba şehri” bizimdi.
ABD kıtasını dünyanın yuvarlaklığını biz bulduk, yani
Bir medeniyetimiz vardı.
Irkımıza/soyumuza âşık olmadan
Hak ve hakikat bizden kaçmadan
Sıktın ve mertliğin üstü, çamurlu ellerle sıvanmadan önceydi.
Kadınlar gözleriyle balkonlarda
Kız ve oğlanlar, sokak ve çarşıda birbirlerini avlamadan önce
Bir medeniyetimiz vardı.
Başımızda yular
Elimizde Kuran ve bir diğerinde içki ya da viski,
Bilmem ki ne desem yalan;
Ama hakikaten
Bir medeniyetimiz vardı.
Papaz mateus, adlı gâvurun ölüm gününü sevgililer günü olarak kutladığımızı;
Hıristiyanların yozlaşma devrinde “mukaddes ekmeği yiyen bir fareye İsa’nın ruhu girer mi?” tartışmasına benzer tartışmalar yaptığımız,
Selam yerine el ayak kaldırdığımızı, görmememize rağmen
Bir medeniyetimiz vardı.
1095 birinci haçlı seferinde papa “kâfirlerin (Müslümanların)kanıyla yıkanın” diye halkı coşturduğu ve halk da “tanrı bunu istiyor” diye kutsal kan talep ettiği
“askerlerimiz, maarra’da putperest(Müslüman)yetişkinleri kaynar suda haşladılar, çocukları şişlere geçirip pişirdiler ve yiyorlar(frank tarihçi Rudolp) diye yazdığı,
Ve bu bilgi Arap tarihçiler tarafından da doğrulanmıştı.
Onlar öyleydi; ama bizim
Bir medeniyetimiz vardı.

NİÇİN İSLAM MEDENİYETİ?
“fikir kuması”na girerek, hayatlarından hikmet ve irfanı kovmuş nesilleri kurtarmak için,
“lekelenmiş tarih malzemesini ayıklayıp,
Yeniden dirilmek için,
İyi bir niyet ve sağlıklı bir nazarla hayatı; hak ve hakikate hadim kılmak için,
Tarih adlı ölüler malzemesinden dirilere ders vermek için,
Zalim olmamak,
mazlumlara yar olmak,
Düşüne el uzatmak için,

Saklı gerçekleri,
Büyük ümitleri,
Karanlık beyinleri,
Aydınlatmak için,

Geliyorum diyen kazayı işitmek,
Gidiyorum diyen hakkı çevirmek,
Küsen tarafları barıştırmak için.

Hayatı bilmekten,
Geçmişi ezberden öte,
Ötekileştirilmiş,
Berikileştirilmiş,
Sersemleştirilmiş
Bezmiş ve bezdirilmiş halka,
Bir tas su olmak, egemenlerin/müstekbirlerin elinden, bu hayatı kurtarmak için… Tüm bunlar ve daha fazlası için, İSLAM MEDENİYETİ diyoruz.

Read Full Post »


www.dostsever.com

Ey yâr, susuşum sözümü esirgemekten değil. Sana değen sözleri çoktan yitirdim; dudağım avare, dilim perişan.

Aklım ermiyor ki, sustuğumu bileyim. Kalbim ayılmıyor ki sana hitap edeyim. Kelimelerin sıcağı kaçmış, hece hece küllenmişler; sükût lehçesinde aç susuz bir mülteciyim şimdi. Seni taşa benzettiler. Öyle dilsiz, öyle hayatsız, öyle duygusuz diye. Değirmende konuşan taş değil midir peki? Acıyı öğütüp ekmek eyleyen senin dönüşün değil mi? Sen değil misin kabrimi bekleyen sadık yâr? Dillerin sustuğu yerde sen değil miydin ısrarla adını söyleyen unutulanların? Sen değil misin nice dertlinin derdini hiç itirazsız dinleyen?

Sahiden taş mı kesildin? Oysa, sen sözlere efsûn bağışlayan dudaksın. Nefesi boşluğun hapsinden kurtarırsın. (Belki de her ses bir mahpusun kırılmış zincirlerinin şakırtısıdır.) Sana değdiği yerde dirilir sessizlik. Sana vuruldukça hece hece kanatlanır suskunluk; şiirlerin ufkuna yükselir söz, öykülerin kuytularında giyinir. Sen, dağı delen Ferhat’sın; söz ki dağı kar gibi eritir de Şirin yâri sımsıcak kucaklar. Sen Aslı’ya Kerem’sin; ses ki çatlak dudaklardan sızan kevserdir. Sen Kerem’in Aslı’sın; söz ki tek bir hecesi bizi varlığın koynuna saklar; “Ol!”sözü hatırına yokluk varlığa yüz bulur.

Taşın sözü yok mudur ey yâr? Taş dediğin konuşur. Zamanın dudağıdır. Çatlaklarından acılar sızar; kuytularında çocuk gülüşleri gibi neşeler saklar. Taş dediğin susar. Zamanın dilidir; bir bakışında nice gürültüyü susturur; anlamsız telaşları dağıtır, hoyrat koşturmaları durdurur. Kadîm zamanlar içinden sızıp gelen bir kan gibidir taş; nabzımızı doldurur.

Taş zamanla eskimez mi? Sen zamansın, ey yâr, gelir ve gidersin. Saatlerin kadranında uslu uslu gezinirsin amma saçlarımı değil sadece kemiklerimi dağıtırsın. Usulca sokulursun odama; “tik-tak”, sadece “tik-tak”, eşyalarımı değil sadece beni de benden çalarsın; elbisemi değil sadece tenimi de soyarsın. sevdiğimle arama ayrılıklar koyansın. Sen çoğaldıkça ben azaldım; seni tükettim derken ben tükendim. Sen zamansın, ey yâr, pek kıskançsın.

Taş kesilmişsin ki sana vefasız dediler. Tanımazmışsın beni. Adımı bile anmazmışsın. Güzellikten hiç anlamazmışsın. Mehtabı kucaklayan sen değil misin her defasında? Günün ilk ışıkları sana koşmadı mı her sabah? Nice surlarda masum bebekleri bekleyen sendin. Nice sütunlarda fısıltılı dualara fısıltını ekleyen sensin. Köprülerde kemerlerde yâri yâre kavuşturan senin metanetin değil mi? Çeşmelerden serin sulara yol veren senin serinliğin değil mi? Dereler boyu suların elinden tutup şarkılar söyleyen sen değil misin?

Aslında kendi taşını dikiyor değil mi insan? Her gün bir önceki günde bırakırız bedenimizi. Her yeni günün sabahında eskimiş bedenlerini yüklenir gibi insan. Sanki yakamızda çocukluk fotoğrafımızı taşır gibi yürürüz yeni zamanlara. Kendi cenazesini kaldırır gibidir insan. Baktığımız her yüzün ardında eskimiş yüzler saklıdır. Şimdiki bedenimiz daha öncekilerin başını bekleyen konuşkan bir taştır. Ölmüş yanlarımızı hatırlatır. Bir taş gibi ağırlaşır gözlerimizin karası. Var-yok arası bir titreyişe dönüşür nefesimiz. İki nefes ortasında dikilir taşımız. Taştan taşa koşar bakışımız. Hatıralarda saklı, solgun fotoğraflara nakışlı yüzler üzerine uzanır gölgesi.

Sen değilsin; taş benim ey yâr. Kendimi taşımaya mecâlim yok. Kendime söyleyecek sözüm yok. Kabrimden kalbine taşınıyorum ey yâr. Suskunluğum taş olmaklığımdan. Sözsüzlüğüm sözümü taşa devrettiğim için.

Bağrımda ağır ve soğuk bir suskunluk… / Taşıdığım sensin ey yâr. / Söze sığdıramadığım. / Ve hiç susturamadığım. / Ne oldu kalbime? / Katılaştı, katılaştı. / Taştan da katılaştı. / Ağlarsa, taşlar ağlar. / Ben ağlayamadım; sen ağla… / Taş değil misin ey yâr?

Senai Demirci

Read Full Post »


www.dostsever.com
Allah:

“Gevşemeyin, üzülmeyin, en üstünsünüz, eğer inanıyorsanız? Buyuruyor. (Al-i İmran, 3:139)

Bu uyarı, inanan bir bilincin, bir düşüncenin ve ölçünün şeyler, olaylar, değerler ve kişiler karşısında sürekli takınması gereken tavrı belirlemektedir.

Bu uyarı, mü’min bir benliğin her şey, her konum, her değer ve herkes karşısında sürekli takınması gereken üstünlük durumunu ifade eder. İmanı ve imandan kaynaklanan bütün değerleri, iman temelinden başka temellere dayanan düşüncelerden ve onlardan kaynaklanan değerlerden yüce tutma durumunu…

Varlığın hakikati hakkında düşünce ve kavramam açısından en yüce mevkide olan gene mü’mindir. Çünkü İslam’ın getirdiği ölçüler içerisinde bir olan Allah’a iman etmek, bu büyük hakikati en kamil manada kavramam şeklidir. Bu kavrama biçimi ideolojiler, inanç biçimleri ve düşünce yığınları ile karşılaştırıldığında ; ister bu düşünce yapıları, inanç biçimleri ve ideolojiler eski ve yeni büyük felsefi ekollerin ürünü olarak gelsin, ister putperestlerin ve tahrife uğramış kitaplıların inançlarına dayandırılsın; isterse de karanlık maddecilik ideolojileri ile saptırılmış ideolojiler olsun… bu aydınlık, açık seçik, estetik ve uyumlu kavrayış biçimi, bu düşünce yığınları ve bu saçma sapan ideolojilerle karşılaştırıldığında, İslam inancının azameti, daha önce hiç böylesine ortaya çıkmamış bir biçimde tecelli eder. Bu bağlamda, bu bilgiye sahip olanların, elbette o bilgiye sahip olmayanlardan daha yüce bir konumda olduklarında şüphe yoktur.

Vicdan, bilinç, ahlak ve yaşama biçimi açısından en üstün konumda olan gene müslümandır. Çünkü en güzel ve örnek isimleri sahibi olan Allah’a imanı, bizatihi yüceliği, temizliği, kibarlığı, namusluluğu, takvayı, salih ameli ve raşid halifeliği ona ilham eder; yanı sıra dünyanın acıları, kederleri, hayal kırıklıkları karşısında ahirette alacağı ödülü ona telkin eden akidesi, şu fani dünya hayatından kam alamadan ayrılsa bile, ahirette alacağı karşılığı kesin bir bilgi ile bilmesinden ötürü onun kalbini dingin kılar.

Mü’min ‘dünya düzeni’ ve yönetim biçimi (şeri’at) açısından da en yüce yere sahiptir. Çünkü mü’min insanlığın tanıdığı eski ve yeni rejimleri ve yasama düzenlerine başvurup kendi ‘dünya düzeni’ ve kendi şeri’atı ile kıyasladığında öteki rejimlerin (dünya düzenlerinin) ve yaşama biçimlerinin tümünün, kendi sahip olduğu yetkin, en olgun ‘dünya düzeninin’ ve şeri’atının yanında, birer çocuk oyununa ve amaların el yordamıyla, düşe kalka yürümelerine benzediğini görecektir. Dalalete düşüp yerini ve yolunu şaşırmış, insanlığın gerilim ve acılar içinde kıvrandığına tanık olacak, bu yüzden bu insanlara tedaviye muhtaç hasta insanlar gözü ile bakacak ve onların bu haline acıyacaktır. Neticede kötülük ve dalalete karşı kendi üstünlüğü, kendi yerinin yüceliğinden başka bir duygu ile karşılaşmayacaktır.

İlk müslümanlar içi boş gösteriler, şişirilmiş güçler ve cahiliyye düzeni içerisinde insanları kul sayan genel kabullerin karşısına bu duygu ve düşünceler ile dikililerdi, cahiliyye, tarihi süreç içerisinde kirli bir dönem verilen ad değildir.

Pozisyonlar değişti. Müslüman, soyut maddi güçler karşısında yenik duruma düştü

Ama herşeye rağmen en üstün olanın yine mü’minin bizzat kendisi olduğu bilincinden vazgeçmemeli, mü’min imanını koruduğu müddetçe, kendisini yenilgiye uğraymış olanlara yukarıdan bakmalıdır. Bu pozisyonun geçici bir dönem olduğunu, imanın eninde sonunda geri geleceğini, bundan kaçışın olmadığını kesinlikle bilmelidir. Evet, o böylesi olumsuz bir pozisyonla karşılaşmıştır fakat onun karşısında kesinlikle baş eğmez. İnsanların tümü ölür. Ama o, ‘şehid olur!’ O; bu dünyadan ayrılıp gidince ‘cennet’e girer; ona galip olanlar ise ‘cehennem’e… İkisi çok farklı şeyler bunların… O hep Rabb’inin şu fermanını duyar:

“Küfredenlerin, öyle şehirlerde gezip dolaşması seni aldatmasın”

“Bu az bir geçimdir. Sonra gidecekleri yer cehennemdir”

“Fakat Rab’lerinden korkanlar için, altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada ebedi kalacaklar; Allah tarafından ağırlanacaklardır. İyiler için Allah yanında bulunan ödüller ise daha hayırlıdır.” Al-i İmran, 3:196-198

(daha…)

Read Full Post »


www.dostsever.com

Büruc suresinde anlatıldığı gibi Ashab-ı Uhdud olayı, her yerde ve her kuşakta insanları Allah’a davet eden mü’minlerin üzerinde durup düşünmesi gereken önemli bir hakikattir.

Kur’an mü’minler için yol işaretleri çizmekte ve gayb aleminde, örtüler altında Allah’â gizlediği, yol boyunca karşılaşmaları olası ihtimallere onların benliklerini hazırlamaktadır.

Uhdud ashabı, Rab’lerine inanmış ve imanlarını herşeyden yüce tutmuş bir cemaatin öyküsüdür. Bu mü’minler, ‘hakk’a ve aziz, hamid olan Allah’a inanma özgürlüklerini insanların kendi onurları ile yaşama haklarını gaspeden; insanın Allah katındaki üstünlüğünü alaya alan, insanlara ettikleri dayanılmaz işkencelerle eğlenen, insanlar alevler içerisinde kıvrandığı sırada onların bu durumuna bakıp zevk alan sadist zalim, hain düşmanların baskıları ve işkenceleri ile karşılaştılar.

Bu kalplerdeki iman, o işkence ve baskılar üzerine yükseldi, kalplerdeki iman yaşamaya karşı zafer kazandı. Tağuti diktatörlerin tehditlerine aldırmadı, dinlerinden dönmeye yanaşmadılar. İmanları uğruna ateşte yandı ve öldüler…

Bu Ashab’ı Uhdud olayında mü’minlerin ruhu bütün korkulara, bütün tüm dünyevi acılara karşı; dünyanın ve dünya hayatının bütün albenilerine karşı; imtihana, işkencelere karşı, bütün çağlarda, topyekün insanlığın şeref duyacağı türden bir zafer kazanmışlardır. İşte asıl zafer budur.

Nedenler farklı da olsa insanların tümü eninde sonunda ölür. Fakat insanların hepsi böylesi bir zafer kazanamaz; böylesi bir yüceliğe ulaşamaz.; böylesi bütün dünyevi bağlardan tamamen kurtulup mutlak özgürlüğü kazanamaz; böylesi yücelere, doruklara kanatlanamaz.

Yüce Allah iman,itaat karşılığı, belalara sabretme, yaşamın dayanılması zor deneylerine, acılarına karşı sabretmenin bedeli olarak mü’minlere kalp dinginliğini vaadetmiştir:

“Onlar inanan ve Allah’ı zikretmekle kalpleri dinginliğe kavuşan kimselerdir. İyi bilin ki, kalpler ancak Allah’ı zikretmekle dinginliğe ulaşır.” Ra’d, 13:28

bu ödül “Rahman” sıfatını taşıyan yüce Zat’ın sevgisinin ve hoşnutluğunun bir göstergesidir. Kur’an şöyle bildirmekte:

“İnanıp salih amel işleyenler için Rahman gönüllerde bir sevgi yaratacaktır.”

Bu ödül, ayrıca “Mele-i Ala” da anılmaktadır.

Resulullah şöyle buyuruyor:

“Bir kulun çocuğu öldüğünde Cenab-Hak meleklere: Kulumun yavrusunun canını aldınız mı? Diye sorar. Onlar da evet derler Cenab-ı Hak: Onun canının biricik meyvesini kopardınız mı? Diye sorar. Onlar da: evet cevabını verirler Bunun üzerine devamla Cenab-ı Hak: Bütün bu yaptıklarınız karşısında kulum ne söyledi.? Diye sorar. Onlar da şu cevabı verir: sadece hamdetti ve İnna lillahi ve inna ileyhi Raciun (yani, Allah’tan geldik, ve yine O’na döneceğiz.) dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak şu emri verir meleklere: Bu kulum adına cennette bir köşk yapın ve adını “Hamd Köşkü” olarak koyun.” (Hadisi Tirmizi kaydetmiş)

Mücadele boyunca mü’minler kurtulamadığı, yaptıklarından ötürü kafirlerin cezalandırılmadığı bu tür olayların vukuu kaçınılmazdır. Bu tür olayların ve örneklerin Kur’an tarafından anlatılmasının başlıca amacı, Allah’a davet yoluna baş koyan mü’minlerin benliklerine, Allah’a gitme yollarında bazen böylesi trajik bir sonuca insanları davet edebileceklerini, bu konuda kendilerinin yapacak hiçbir şeylerinin olmadığı; kendi durumlarının ve akide ile ilgili durumunun tamamen Allah’a ait olduğu düşüncesini yerleştirmektedir.

Mü’minlerin emeklerinin karşılığı olarak aldıkları birinci derecede önemli ücretler kalpte dinginlik, bilinçte yükseklik, düşüncede estetik, dünyevi bütün albeni ve engellerden kurtulma, bütün durumlarda korku ve sıkıntılardan kurtulup tam bir özgürlüğe kavuşmaktadır.

İkinci aşamada alacakları ücret ise “Mele-i Ala” da anılmak, övülmek, onurlandırılmak ve bundan sonra bu küçük dünya ve onunla ilgili basit değerlerden, nesnelerden uzaklaşmak; bunlardan daha büyük ücret olarak ahirette kolay bir hesap verme ve büyük nimetlere ulaşmak; son tahlille de bunların tümünden çok daha önemli, çok daha değerli olan Allah’ın rızasını kazanmak; yeryüzünde Allah’ın kader ve kudretini yerine getirme hususunda bizatihi Allah tarafından seçilmiş olmaktadır; yüce Allah yeryüzünde dilediğini onlar aracılığı ile yapmaktadır.
(daha…)

Read Full Post »

Dostmu Dersin…


www.dostsever.com

Dost mu dersin,arama taa oralarda,neden bakarsın ki bu kadar uzaklara..?

Bazen olur,görürsün onu kapının ardında,belki de eşikte iki oda arasında kaldığında!!

Eğer aradığın zor günde,sevdiklerin birbirinden köşe bucak kaçtığı günde tutmaksa elini,
öyle bir yerde karşılaşmalısın,öyle bir yerde tanışmalısın ki onunla;
başladığı gibi devam edip,her geçen gün daha da büyümeli,
güvenmelisin nasıl inandıysan Allahu tealanın varlığına,
son anda o yetiştiği zaman ilahi kabul etmeli şehadetini..

Eğer bir gece de karşılaştıysan sana güneş olmalı,
fecr de karşılaştıysan nida olmalı,
küçük ölüm anında seni uyandıran ezan olmalı
ve sen olmalı titrediğin bu kez son dediğin anda!!

Onunla paylaştığın sofra olmalı tek kabdan yenen,
içtiğin su zemzem tadında,
belki de baktığın seccade
vesile olmak için cennet-i ala ya!!

Dört duvar arasında kalmamalı bu dostluk sır gibi,
Açılmalı okyanuslara,sevdaya teheccüdde duayla…

Taşmalı duygular onla sarıldığında,
gözüne bakmaya kıyamamak,
çıplak ayaklı yürüdüğünde üşümek onun yerine..
ve sızlasa saçının bir teli,canından can koparmak olmalı..!

Ve eğer o varsa durmalı tüm mânâ!!

Artık öğrendim dostluğun yıldızlar ve gece gibi olduğunu
ve öğrendim ki her yıldız benim dostum
ve her dostum benim gecem!!

İlahi;burada olmamı sen istedin,etrafımdakileri sen gönderdin..

Cenneti âlâ’da sevdiklerimizden ayırma,

Sen kaviy’sin,bizi,dostluğumuzu, muhabbetimizi kaviyy eyle…

Read Full Post »


www.dostsever.com

Ya İlahi, bu yürek Sen’in için Sana yanmak ister..
Öyle yanayım ki..

Ya İlahi..
Sevdan geceleri uykumu bölsün, günün aydınlığında gafleti silsin..
Her hâl’de Sen’i arayım, her hâl’imle Sen’i bulayım..
Her kapının anahtarı Sen’de Ya İlahi..

Sana gelen tüm kapıları arala, sessizce süzülüp geleyim yanına..
Sana gelen yollarda beni nefs eline bırakma,
Dostlarını yoldaş eyle yolculuğumda!
Sen tut ki.. yüreğimin elinden, ayağıma çakıl ve taş deydiğinde, düşmeyim sendelemeyim..
Sana çıkacak yollarda, Sen tut yüreğimin ellerinden!

Emanetini sağlam ulaştırmayı nasip eyle..
Doğduğum gün verdiğin o tertemiz kalbi, aynı temizlikte emanet etmeyi nasip eyle..
Kirlerden pak eyle bu kalbimi, parçalamaya meyl eden faniliklerden uzak eyle!

Sen’in verdiğin gönül de, Sen’in ile geleyim Ya İlahi..

Yalan tutsaklıklara esir etme bedenimi,
Üzerimde yalan ve yanlış hiç bir sevdanın izini bırakma,
Gönlüme her gireni, bana Sen’i getirdiği için seveyim,
Sana gelebilmek için sevileyim!

Gözeten Sen’sin her halimi.. Sen koru benliğimi..
Sana emanet ettim yüreğimi.. her halimi!

Dünya kuyusunda Yusuf(AS)’ın teslimiyetini ihsan eyle bu bedene,
Yakup(AS)’ın, Yusuf(AS)’a hasreti gözyaşı oldu ömrüne, gözlerinden etti hasreti..
Sabır ile duâsı ile kavuşturdun hem Yusuf’una hem gören gözlerine..
Sen’in için akan gözyaşına talibim Ya İlahi..

Öyle yanayım ki..
Yüreğimi aşkına kurban eyle!
Gözümün yaşı ile sabredenler gibi kavuşmak nasip eyle!
Sana kavuşmanın adı ise ölüm.. ölümü sevdir bana,
Soğuk deymesin şu dilime, en sıcak kelime olsun.. vuslatın adı..

Öyle yanayım ki..

Ya İlahi..
Ölümü özleyen bir beden de ben olayım!
Ölümlerin en güzeline talibim,
Faniliğe rağbet ettirme,
Ömrüme ömür bereketi ver ki..
Ellerim boş gelmeyim o en güzel kavuşma anına..

Ömrümü tükettiğim yerlerin adını, malımı harcadığım yerlerin adını güzel eyle..
Bedenimi yıprattığım yolları hayır eyle,
Hesabımı kolay, amelimi bol ve güzel eyle..

Öyle Yanayım ki.. Ya İlahi..
Sen’in için yaşayıp.. Sen’in için öleyim..
Öyle bir iman ver ki Ya İlahi..
Yalnızca Sen’in için yanayım..

Amin… Amin… Amin

www.Dostsever.com

Read Full Post »


Yaşadığınız gibi ölecek…

Öldüğünüz gibi dirilecek…

Dirildiğiniz gibi haşrolunacaksınız…

Münafıkların haberine bakalım. Ne buyurmuştu Mevla’mız:
“Onlar: Andolsun, eğer Medine’ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır, diyorlardı. Halbuki asıl üstünlük, ancak Allah’ın, Peygamberinin ve müminlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler.”(63-Sekiz)
“Medine’ye dönersek elbette kuvvetli olanlar, zayıf olanları oradan çıkaracak” bu sözü münafıkların reisi olan Übeyy İbn–i Selûl söylemişti.
İbn–i Selûl bu ve benzeri sözleri Tebük seferi esnasında, ordu içinde bozgunculuk çıkarmak için söylemişti. Bu sözleri söylemesindeki amaç ordu içinde bozgunculuk çıkarmanın yanında, kendilerini “izzetli ve kuvvetli” müminleri de “zayıf ve hakir” göstermek istiyordu.
Übeyy İbn–i Selûl’un kim olduğunu biliyorsunuz… Bu adam Medine’deki münafıkların reisidir. Bu adamın Abdullah isminde mümin bir oğlu vardı. Abdullah babasının aksine Efendimizin dostudur. Görüyor musunuz? Baba düşman, oğlu dost. Aynı durumu Ebu Cehil’de de görmekteyiz. Baba düşman oğlu dost…

* * *
Munafikların reisi İbn–i Selûl’un sözleri ashab arasında duyulunca, en şiddetli tepki oğlundan geldi. Abdullah kılıcını kuşanarak babasının karşısına çıktı. İbn–i Selül şaşkındı. Abdullah babasına:
“İzzetin, Allah’ın, Resulü’nün ve Müminlerin olduğunu ikrar etmezsen, vallahi boynunu vuracağım” dedi.
Oğlunun kararlı hâli karşısında, başka çare olmadığını anlayan Übeyy İbn–i Selûl:
“Ben şahadet ederim ki izzet Allah’ın, Resulünün ve Müminlerindir.” demek mecburiyetinde kaldı. Bunun üzerine Abdullah babasının yanından ayrıldı.
Haber Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ulaştığında şöyle buyurdular:
“Allah, seni Resulü ve müminler tarafından hayır ile mükâfatlandırsın.”

* * *
Rabbimiz buyuruluyor ki:
“Kim Resûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur…” (4/80)
İzzet ve şeref ancak Allah’a ve Resulullah’a itaat edenlerindir. Ebu Cehil ve bütün Ebu Cehiller cehennemde olacak. Ebu Cehil’in dünya hayatında aşağıladığı, Bilâl, Ammar, Suheyb gibileri cehennemde arayacak bulamayınca da:
“…Kendilerini dünyada iken kötülerden saydığımız kimseleri burada niçin görmüyoruz?” (38/62)
Ne zaman ki cennet ile cehennem arasındaki perde kalkacak. O zaman görecek ki Bilâl, Suheyb, Habbab ve diğerleri köşklerde oturuyor. Altlarından da billur gibi ırmaklar akıyor. Etraflarında hizmetçiler, saçılmış inciler gibi, taze kuş etleri, envaî çeşit nimetler…
Ne kadar beceriksiz insanlarız… Ebedi bir hayatı heba ederek, şu gelip geçici dünyanın peşinde koşuyoruz. Olacak iş mi?
Bakın Ebu Cehil, İbn–i Selûller gelip geçti bu dünyadan. Şimdi onların elinde pişmanlıktan başka bir şey yok. Ebedi bir hayat, ebedi bir azap ve pişmanlık…
Bu dünyada bir şey yok! Kısa dünya hayatının sonunda ölüm gelip kapıya dayanıyor. Kurtuluş yok… Ölüm, kabir ve diriliş…
Kimsenin kara kaşına kara gözüne bakmadan toprağın altına yatırıyorlar adamı. Ölüm ve toprak, defin işlemi bittikten sonra insanlar dağılıp gider, iki melek gelir ölüyü suale çeker. Dünya hayatında Rabbine kulluk etmediysen, orada sorulara cevap veremeyeceksin. Rabbin kimdir? Sorusuna “Rabbim Allah’tır” diyemeyeceksin.
Bir hadis–i şerifte şöyle buyuruluyor:
“Yaşadığınız gibi öleceksiniz, öldüğünüz gibi dirileceksiniz, dirildiğiniz gibi haşrolunacaksınız

www.Dostsever.com

Read Full Post »

Older Posts »